Monday, September 04, 2006

dubrovnik ay lambasi

genel uyari : bu yazi uzun, fotografi/videosu bol olacak (yani okuyani az olacak demek sanirim bu). okumaya usenenlere bildirilir.


Dolambacli yollardan ilerleyerek, tablolardan firlamis bir adriyatik'le karsilasiyoruz once. sonra sehir gorunuyor uzaktan. devasa bir kumdan kaleyi andiriyor. (sonradan durumun yakindan da boyle oldugunu anlayacagiz.) yaklastikca buyumuyor sehir, ayni kaliyor... kayalarin ustune oturtulmus yamuk bir kumdan kale gibi, neresinden tutup duzeltecegini bilmedigin.
korunakli yuvasinda; ruzgar, yagmur, huzun ve savas gecirmez gibi duran, kirmizi catili kirilgan sehir.

mikrosehrin kapisindan iceri girerken heyecanlaniyor insan, Ezop da farkli durumda degil. birileri ona yillardir dilinden dusurmedigi Alice'in buyulu solusyonunu caktirmadan icirmis olmali. koca kayalarin ortasinda minicik, minik sehrin icinde kocaman hissediyor kendini. yuzyillarca uzerinden gecen ayaklarin cilaladigi beyaz taslarin icine cekiliyor.
sehrin muzigi...ruzgarli havanin costurdugu dev dalgalarin kayalara ve surlara carpisi, ayak sesleri, gemi dudukleri ve çanlar.

ilk gunumuzu sehri cevreleyen, yenilmez kilan, venedikliler'in korkulu ruyasi surlarin uzerinde yurumeye ayiriyoruz. iki kilometrelik inisli cikisli, gunesli yagmurlu, mavili kirmizili yolu 3 saatte geciyoruz, attigimiz her adimda yeni bir fotograf cekmek, bir yerlere gordugumuz o goruntuyu kazimak zorundayiz.






slav, venedik, turk, fransiz saldirilarindan hep bu surlar kurtarmis sehri, bir tek 1991 senesinde sirplara direnememis. (konuya yine geri doneriz bir yerlerde)
surlarin uzerinden zamaninda 200 koca ticaret gemisine ev sahipligi yapmis limani goruyoruz. ilk kez bir limanin sularinin bu denli temiz olusuna sahit oluyoruz ikimiz de. kriterimiz: onlarca metre yukaridan balik suruleri secilebiliyor. gumus gumus, yakut cumbus liman.



surlarin icinden sarp merdivenler gecerek tekrar sehre ulasiyoruz. mikrosehir bizi yine icine aliyor. birkac muze, 2 manastir, onlarca daracik sokaktan sonra kiyisinda bir restorana oturup murekkepli risotto ve midye yiyoruz.



surlarin uzerinde ustunuze coreklenen 'butun sehrin hakimi olma' hissi yerini sehrin ortasindaki saat kulesinden ve çan seslerinden takip ettigimiz 'saati/zamani durduramayacak olmanin gucsuzlugu'ne birakiyor. evet, zaman burda hizli geciyor.





---------------------------------------------------------


ertesi gun dubrovnik'i yuzyillarca karsidan izlemis, kimi zaman napolyon'a, kimi zaman sirplara, simdilerde tavus kuslarina ve guzelim bir botanik bahcesine ev sahipligi yapan Lokrum adasina dogru yola ciktik. ufak bir tekneye atlayip, 5 dakikada ulastigimiz ada soyle gorunuyor Dubrovnik'ten:




kumdan plaji olmasa da; gizli gecitlerden, tozlu yollardan, tehlikeli ve yuksek kayalardan gectiginizde, Adriyatik'i oldugu gibi turkuaziyla, mavisiyle, tuzlu, berrak, tertemiz, kipirtisiz suyuyla onunuze sermesini bilen bir adacik burasi. sevdicekle kendimize bir kaya buluyoruz. gunesi ustumuze, adriyatigi ayaklarimizin altina, ormani ve tavus kuslarini arkamiza alip keyif catiyoruz. keyif bu koordinatlarda guzel catiliyor, zamansa takip edilmediginde daha yavas geciyor. nedense burada her sey iste boyle ters isliyor...alice'in solusyonu gorevini hic aksatmiyor. surreel hayal dunyasinin kapilari ustumuze kapanip bizi icerde kilitli ama mutlu birakiyor.







---------------------------------------------------------



yeni bir sehrin kesfine her zaman sokaklarda cikilmaz elbet. biraz da muzelere gidilir, kafa tarihe, parmaklar fotograf makinesinin deklansorune gomulur.
ortaya karisik sunlar cikar:



sirasiyla (soldan saga, yukardan asagiya)
rektorler sarayi-distan
rektorler sarayi-icten
surlarin uzerinde bir kale
sehrin arsivlerinden bir gazete
dominik manastir'inda bir duvar
jesus is my homeboy
1991'de sirp katliamindan yarali cikmis bir hirvatistan bayragi
sehre girdiginiz anda sizi serin serin karsilayan onofrio cesmesi
dominik manastirinin çan kulesi
400 yasinda bir defter, akdeniz ticareti hakkindaymis, biz yazilanlardan pek bi sey anlamadik tabi.



---------------------------------------------------------




kimbilir, belki birgun giderseniz -ki gitmelisiniz-, bize kapilarini acip bir odasini kiralayan, sabahlari uyanir uyanmaz turk kahvesi ve incir ikram eden, guler yuzlu, 70 yasinda olmasina ragmen Dubrovnik'in dimdik merdivenlerini senden benden hizli cikan, bizi her gun mis kokulu, bembeyaz, tertemiz carsaflarda uyutan Marija'ya selam soyleyin.

1991 senesinde sirplar gelip catilari, sehri, saraylari, muzeleri, hayatlari darmadagin ettiginde; askerlerin kazdigi tunelden kacip daglara, gunlerce ac, susuz, isiksiz kalmaya giden bu kadindan dinleyin savasi. 15 sene once bombardimanda kaybettigi kocasinin ve oglunun siyah beyaz fotograflarini bulun savas sehitleri muzesinde. o size hirvatca anlatsin, anlatamayinca not defterinize cizsin, siz ona avrupa dillerinden ortaya karisik cumleler kurun.. ayni iki dili konusamasaniz da anlayin birbirinizi, parmagiyla evinin ustune dusen bombanin yerini gostersin size, gozleriniz yasli, kalbiniz buruk dinleyin.
bilmedigi dilden savasi dinleyince nasil daha cok burkulur insanin ici, anlayin. aglayin.

sonra gelip yuzunuzu avuclarinin icine alsin. tam da senin benim gibi akdenizlilerin anlayacagi bir jest yapip, elini "bosver be, hadi gel bi sise hirvat sarabi acalim" dercesine sallasin. bir zamanlar Marija ve nicelerinin sigindigi daglarda yetisen uzumlerden yapilan hirvat sarabindan icin. icin icin guzellesin.




gun batimina dogru, kayalarin uzerine konuslanin. huzur kokan, harikalar diyari kokan, geri donup bakildiginda burnunuza mikrosehir kokan fotograflar cekin.




gece olunca, dubrovnik ay lambasi yuzunuzu yikarken benim icin de sahilde bir kadeh manzana icin.